Kuvvetli Bir Alkış, kısa süre önce Berkun Oya’nın Netflix için hazırladığı yapımlar arasında yerini aldı ve platformda izleyicisiyle buluştu. Aslıhan Gürbüz, Fatih Artman ve Cihat Süvarioğlu’nun başrollerinde yer aldığı dizide Metin ismindeki bir karekterin anne rahmine düştüğü vitamin kıvamındaki halinden yetişkin bir adama dönüşümüne kadar olan süreçte yaşadıklarını izliyoruz.
Berkun Oya’nın, kendi yaşamından önemli izler taşıdığı iddia edilen ve orta sınıfı yerden yere vurduğu ileri sürülerek pek de omuzlarda taşınmayan bir yapımı oldu Kuvvetli Bir Alkış ancak tam da yine bu nedenlerden dolayı çokça ses getirdi. Hepimizin derdi çıktığımız yapışkanlı sıvıya yeniden dönmek, bir şekilde sona erişmek ya da yaşamımızın başlarındaki o vitamin kıvamında olduğumuz belki de hayatımızın tek dertsiz tasasız günlerine dönmek değil mi?
Dizide anlatılan; varoluş sancıları içinde debelenen, sürekli tüketen, tükettiğinin arka odasını sorgulamayan, sorgulamaya başladığı an yeniden bir tüketim çarkına kapılan, ürettikçe tüketen tükettikçe üreten sürekli kendini tekrarlayan ve sürekli kendiyle uğraşan en önemli gayesi kendisini mutlu etmek aslında var etmek olan insan…
Dizi boyunca orta sınıfın duyarsızlığı, yaşamın amaçsızlığı, insan ilişkilerinin girdiği çıkmaz, anlaşmanın ve anlaşılabilir olmanın umudu, bir gruba ait olmanın gerekliliği, çocukluk ve gençlik travmaları, mülkiyet ve çocuk yetiştirme, tek tipleşme, normal ya da anormal olmak gibi bir çırpıda saymakta zorlanabileceğimiz birçok konuya aynı anda aynı yoğunlukta değiniliyor. Bazı bölümlerde bazı konular daha çok ön plana çıkıyor belki ama tıpkı insan yaşamı gibi bir karma, Kuvvetli Bir Alkış.
Dizinin aldığı en büyük eleştirilerden bir tanesi, içinde bulunduğumuz siyasi konjonktür, kültürel yozlaşma ve ekonomik kötüye gidiş sebebiyle en çok darbe aldığı düşünülen orta sınıfı yerden yere vurması. Üstelik dizi; sadece bununla sınırlı kalmıyor, durup durup ‘ben şımarık mıyım, ben kimim?’ diye kendinize sorular sorduruyor.
Metin karakterimiz, başta annesi ile babasının mutsuz ilerlemesine karşın inatla süren evliliğinden yola çıkarak insan ilişkilerinin içinin boşaltılmasından, insanların farklı olmak adına kendi benliklerini inkar etmesinden, tek tipleşmeye ve sürekli insanların samimiyetsizliğine gönderme yaparak yaşamın kendisine ne kadar boğucu geldiğini belirterek vitamin kıvamına dönme arzusu taşıyor en başından beri.
Daha doğduğu gün bir şekilde anne rahmine geri dönüyor, tam da bu noktada neredeyse ‘antinatalist’ olduğunu düşündüğüm bir soru sorduruyor; ‘Dünyaya gelmek isteyip istemediğini bilmediğimiz bir canlıyı nasıl şak diye dünyaya salabilme cüreti taşıyoruz?’ Buna şöyle bir cevap veriyor anne; “Mülkiyetçi bir yerden bakmak istemem ama bu çocuk da benim nihayetinde.”
Bu yapımın en temel özelliği, bana kalırsa bir anksiyete tetikleyicisi olması ve bir kadın olarak, Metin’e şunları sormama neden olması “Sen erkeksin ağabey, düzen senin üzerine kurulmuş zaten, senin böyle bir şımarıklığa hakkın yok ama ben kadınım. Benim hayatta kalabilmem, kendimi gerçekleştirmem sana göre çok daha zor ve haliyle çok daha düşük bir ihtimal.”
İçinde bulunduğumuz yaşam varoluş sıkıntısını ve yaşamın anlamsızlığını belirtme hakkını bile en çok erkeklere veriyor, çünkü bizler öncelikle hayatta kalmayı başarmak zorundayız. Bu şekilde feminist bir okuma yapılması her ne kadar işin özünden sıyrılarak farklı bir bakış kazanılmasını sağlasa da çokça da eleştirilir çünkü burada mevzu insandır, ancak durum pek de öyle değil. Diziyi izlerken çokça ana karakterin bir kadın olması durumunda sürecin nasıl işleyeceğini merak ettim. Kadıköy Moda Sahilinde turuncu kıyafetleri içerisinde ve turuncu boyayla boyanmış halde en fazla 30’larının başında bir kadın kendini bulmaya kalkışsaydı nasıl olurdu mesela?
Bir diğer kafamı kurcalayan mevzu da bu sürekli farklı olduğu dikte edilerek, çeşitli başarısızlıklar ve mutsuzluklar sonucu bir şekilde hayatının önemli bir evresini geride bırakmasına karşın benliğini keşfedememiş Metin, tam olarak kimi temsil ediyor? Orta sınıf dedikleri, burjuva dedikleri kim? Günümüz Türkiye’sinde bunun net bir karşılığından bahsetmek mümkün mü? Berkun Oya Kuvvetli Bir Alkış ile en çok da kendisini izleyenleri eleştiriyor ve tabii dönüyor dolaşıyor bir yerde lafı yine kendine getiriyor.
Aileden varlıklı iş güç sahibi insanlar mıdır orta sınıf, yoksa kendi imkanlarıyla eğitim almış, asgari ücretten hallice bir maaş alabileceği işe girmiş, kendi kıt kanaat imkanlarıyla dil öğrenmiş, yurt dışına çıkabilmiş, yurt içinde bir iki tatil yapabilmiş, kurduğu aileye yetememiş ya da asla bir aileye yetemeyeceğini düşünerek aile kurmaya dahi hiç yeltenmemiş insanlar mı orta sınıf?
İlerleyen yaşına rağmen aile ocağından ayrılabilecek özgüvene ve daha da önemlisi maddi imkanlara sahip olamamış sürekli kendiyle ve hayatla kavga ederken bir yandan da akıl sağlığını korumaya çalışan insanlar mı? Yoksa her gün acı içinde kıvranan ruhlarını gelecek kaygısı ve maddi imkansızlık girdaplarını evinin kirasını bölüştüğü depresif ev arkadaşıyla oturup kritik eden insanlar mı? Kısır döngüden çıkamayan kendisinden önce çevresini, ülkesini, çocuklarını ve doğayı düşünen insanlar mı? Çok acı çekiyoruz Berkun Oya ve fil dişi kulelerde saklanan bir sınıf halen var ama böylesine genele mal edilebilecek bir kalabalık kalmadı artık bu ülkede.
Diziyi izlerken sürekli bunları sorgulayıp ‘Ben kimim? Siz kimsiniz? Kimsiniz ulan siz?” dedim, Adamlar’ın bir şarkısında dediği gibi. Tam da bunu sorgulattığı için değerli de bir iş. Çünkü zaten yaşadığımız kimlik karmaşası kötüleşen koşullar bizi böyle bir bunalıma sürüklüyor. Bu noktada da daha doğmadan annelerimizden babalarımızdan bize aktarılan depresyon, anksiyete, içe atmalar devreye giriyor. Terapi temel bir açıklık gerektirir madem peki öncelikle iki insanın birbirine karşı tamamen açık olması gerekmez mi?
İçine düştüğümüz durumlardan kurtulmak adına çaba gösterecek cesaretimizin olmadığı, olduğu anda önceliklerimizin değiştiği; terapi, meditasyon, doğa yürüyüşleri hatta ve hatta sanatla ruhumuzu baskılamaya çalıştığımızı ima eden bir dizi Kuvvetli Bir Alkış.
İnsanın ikiyüzlülüğünden ve açgözlülüğünden meydana gelen mutsuzluğunu didaktik bir şekilde bir diğer deyişle ‘göze parmak soka soka ve hatta o gözü kanata kanata’ anlatıyor, Kuvvetli Bir Alkış. Bunu da açıkça eleştiriyor, “didaktik oldum” diyor ve sonra da izleyici belki yine de anlamaz diye, didaktik olmakla kendini eleştirdiğini de belirtiyor.
Vazgeçilmez çocukluk travmalarına değinmeden de edemiyor Berkun Oya. Özellikle de anneye yükleniyor yine, annelerin bitmek bilmeyen söylenmeleri, şikayetleri, hem verici hem sömürücü yanları… Bir yandan sevdiren bir yandan sövdüren halleri… Annelerin hatası çok diyor ama anne de kalkıp diyor ya, “Peki ya anneler ne yapsın, onları suçlamak kolay.” Peki ya, her şeyin farkında olan ama farkında değilmiş taklidi yaparak gerçekliğini unutan babalar, geri planda kalan pasif babalar… Bitmek için çırpınan ama yıllarca süren mutsuz evlilikler…
Uzun lafın kısası Oya, hayatın karmasını hep diğer tarafından sorduğu sorularla, kendine acı çektirenlere de söz hakkı vererek ve sıkça hem kendine hem bizlere haksızlık ederek, didaktik bir şekilde ‘kendinize gelin ulan’ diyerek, içinden çıktığı yapışkanlı sıvıya geri dönme arzusunu anlatıyor.
Hepimizin derdi aynı değil mi; -biz kimsek artık, bu orta sınıf dedikleri, bu günümüzün burjuvazisi dedikleri zavallılar kimlerse artık, hep acı çeken ancak çektiği acının sorumlusu olarak belirledikleri insanlara karşı da sürekli bir vicdan geliştiren kimlerse- içinden çıktığımız yapışkanlı ve korunaklı sıvıya geri dönebilmek ya da portakal olduğumuz zamanlardaki gibi hissedebilmek.
Ölmek ya da delirmek…
Ölmek…
Delirmek…
Bir yanıt bırakın